TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANAYASA MAHKEMESİ
BİRİNCİ BÖLÜM
KARAR
BİRİNCİ BÖLÜM
KARAR
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru, görevli doktorun kişisel kusuru neticesinde parmağının sakat kaldığını iddia eden başvurucunun doktor aleyhine adli yargıda açtığı tazminat davasının hukuka aykırı şekilde husumet yokluğu nedeniyle reddedilmesi, davanın uzun bir süre sonra husumet yönünden reddi nedeniyle idari yargıda dava açılabilmesinin mümkün olmaması ve davanın makul sürede sonuçlandırılamaması nedenleriyle adil yargılanma hakkının; doktor hatasından kaynaklanan kalıcı sakatlık nedeniyle de Anayasa’nın 17. maddesinin ihlal edildiği iddiaları hakkındadır.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru, 10/1/2013 tarihinde yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde belirlenen eksiklikler tamamlatılmış ve başvuruda, Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. Birinci Bölüm Üçüncü Komisyonunca 22/11/2013 tarihinde, kabul edilebilirlik incelemesi yapılmak üzere dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir.
4. Birinci Bölüm tarafından 6/3/2014 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına ve başvuru belgelerinin bir örneğinin görüş için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmesine karar verilmiştir.
5. Bakanlığa, başvuru konusu olay ve olgular bildirilmiş, başvuru belgelerinin bir örneği görüş için gönderilmiştir. Bakanlığın 27/3/2014 tarihli yazısında, Anayasa Mahkemesinin önceki kararlarına ve bu kapsamda sunulan görüşlerine atfen, başvuru hakkında görüş sunulmayacağı bildirilmiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
A. Olaylar
6. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:
7. Başvurucu, 6/8/2004 tarihinde geçirdiği kaza sonucu sağ elinin üçüncü parmağında kırık meydana gelecek şekilde yaralanmış ve Sivas 1. İzzettin Keykavus Devlet Hastanesine (Hastane) müracaat etmiştir. Hastanede görev yapan Ortopedi Uzmanı Dr. K1,başvurucunun parmağında kırık olmadığını belirtmiş ve başvurucuyu Hastanenin acil servisine yönlendirmiştir.
8. Başvurucunun, parmağının iyileşmemesi sebebiyle 1/9/2004 tarihinde Hastaneye tekrar müracaat etmesi üzerine yapılan tetkikler neticesinde parmakta kırık olduğu ve kırığın yanlış kaynadığı tespit edilmiştir.
9. Yaşanan olay sonrasında başvurucu, 6/1/2005 tarihli dilekçe ile özetle, Dr. N.S.nin görevini ihmal etmek suretiyle parmağının sakat kalmasına sebebiyet verdiğini belirterek Sivas Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunmuştur. Sivas Cumhuriyet Başsavcılığının 11/5/2006 tarihli iddianamesi ile Sivas 2. Sulh Ceza Mahkemesinde kamu davası açılmıştır. Mahkeme, 29/4/2009 tarihli kararıyla, Yüksek Sağlık Şûrasının görevli doktorun hasta takibinde özensiz ve dikkatsiz davrandığından 2/8 oranında kusurlu olduğunu belirten raporunu dikkate alarak Dr. N. S.nin 3.000,00 TL adli para cezası ile cezalandırılmasına karar vermiştir. Anılan kararın Yargıtay 4. Ceza Dairesinin28/11/2011tarihli ilamıyla bozulması üzerine Sivas 2. Sulh Ceza Mahkemesi dosyayı yeniden incelemiş ve 10/7/2012 tarihli ve E.2012/93, K.2012/587 sayılı kararıyla zamanaşımı nedeniyle davanın düşürülmesine karar vermiştir. Başvurucu, anılan kararı temyiz ettiğini ve söz konusu yargılamaya ilişkin haklarını saklı tuttuğunu belirtmektedir.
10. Başvurucu, 6/1/2005 tarihli dilekçe ile özetle, Dr. N. S.nin haksız eylemi nedeniyle parmağının sakat kaldığını ve iyileşme ihtimalinin çok düşük olduğunu belirterek görevli Dr. K1 aleyhine Sivas 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde maddi ve manevi tazminat davası açmıştır.
11. Sivas 2. Asliye Hukuk Mahkemesi, Dr. K1 aleyhine açılan kamu davasının sonucunun beklenmesine karar vermiştir.
12. Sivas 2. Asliye Hukuk Mahkemesi, 20/6/2012 tarihli ve E.2005/12, K.2012/242 sayılı kararında“…Kamu kurumları kamu hizmeti yaparlar. Ancak kamu kurumları tüzel kişilik olduklarından ve bu kişilik maddi değil soyut bir kişilik olduğundan, kamu hizmetini bizzat yerine getiremezler. Kamu hizmeti, gerçek kişi konumunda olan kamu görevlileri ve bunların kullandıkları araç ve gereçlerle yerine getirilir. Bunun sonucu olarak, kamu görevlilerinin veya bunların kullandıkları araç ve gereçlerin kusur, ihmal ve hatalarından dolayı kamu hizmetinin yerine getirildiği sırada kişilerin zarar görmesi halinde meydana gelecek kusur kamu kurumunun hizmet kusurunu oluşturur. Burada, kamu görevlisinin hizmetten ayrılabilen kişisel kusurundan bahsetmek kesinlikle mümkün değildir. Kamu görevlisinin buradaki kusuru hizmet kusurunu oluşturur. Hizmetten ayrılabilen kişisel kusur ise kamu hizmeti ile ilgisi olmayan kamu görevlisinin özel hayatı ile tamamen özel tutum ve davranışlarından kaynaklanan bir kusurdur. Kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kasıtlarından ve kusurlarından dolayı doğan tazminat davalarında kamu görevlilerinin aleyhine değil ancak kamu idaresi aleyhine dava açılabileceği…” gerekçesiyle görevli doktor hakkında açılan davanın husumet yokluğu nedeniyle reddine karar vermiştir.
13. Başvurucu tarafından temyiz edilen karar, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin9/11/2012 tarihli ve E.2012/14500, K.2012/16581 sayılı ilamıyla onanmıştır.
14. Anılan karar, 11/12/2012 tarihinde başvurucu vekiline tebliğ edilmiş ve 10/1/2013 tarihinde yapılan bireysel başvuruda süre aşımı bulunmadığı tespit edilmiştir.
B. İlgili Hukuk
15. Anayasa’nın 40. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:
“Kişinin, resmi görevliler tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre, Devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır.”
16. Anayasa’nın 125. maddesinin son fıkrası şöyledir:
“İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.”
17. Anayasa’nın 129. maddesinin beşinci fıkrası şöyledir:
“Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir. “
18. 14/7/1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun “Kişilerin uğradıkları zararlar” başlıklı 13. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Kişiler kamu hukukuna tabi görevlerle ilgili olarak uğradıkları zararlardan dolayı bu görevleri yerine getiren personel aleyhine değil, ilgili kurum aleyhine dava açarlar. Ancak, Devlet dairelerine tevdi veya bu dairelerce tahsil veya muhafaza edilen para ve para hükmündeki değerli kağıtların ilgili personel tarafından zimmete geçirilmesi halinde, zimmete geçirilen miktar, cezai takibat sonucu beklenmeden Hazine tarafından hak sahibine ödenir. Kurumun, genel hükümlere göre sorumlu personele rücu hakkı saklıdır.”
19. 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun “Doğrudan doğruya tam yargı davası açılması” başlıklı 13. maddesi şöyledir:
“İdari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka süretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gereklidir. Bu isteklerin kısmen veya tamamen reddi halinde, bu konudaki işlemin tebliğini izleyen günden itibaren veya istek hakkında altmış gün içinde cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği tarihten itibaren, dava süresi içinde dava açılabilir.
Görevli olmayan adli ve askeri yargı mercilerine açılan tam yargı davasının görev yönünden reddi halinde sonradan idari yargı mercilerine açılacak davalarda, birinci fıkrada öngörülen idareye başvurma şartı aranmaz.”
20. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 17/10/2007tarihli ve E.2007/4-640, K.2007/725 sayılı kararı şöyledir:
“(…)
Davacı, davalının yanlış tedavi uygulaması nedeniyle eşinin ölümüne neden olduğunu ileri sürmüş; mahkemece, davanın Sağlık Bakanlığı’na karşı açılması gerektiği; davalıya husumet yöneltilemeyeceği gerekçe gösterilerek yazılı şekilde karar verilmiştir.
‘Anayasa m. 129/5’de, memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının, ancak idare aleyhine açılabileceği benimsenmiştir. Ne var ki, bu kural mutlak olmayıp; idari yetkilerin kullanılma alanı ile eş anlatımla, idari işlem ve eylem niteliğini yitirmemiş davranışlar ile sınırlıdır. Özellikle, haksız eylemlerde; kamu görevlisinin, Anayasa’nın bu güvencesinden yararlanma olanağı bulunmamaktadır. Somut olayda, davalının tanı ve tedavide hatalı davrandığı ileri sürülerek tazminat isteminde bulunulmuştur. Şu durumda, açıkça kişisel kusura dayanılmıştır. O nedenle, Anayasa m.129/5 hükmünün göz önünde tutulabilmesi söz konusu değildir. Mahkemece, işin esasının incelenmesi; davalının kişisel kusurunun bulunup bulunmadığının araştırılması ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekir. Açıklanan nedenlerle, yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş ve bozmayı gerektirmiştir’ gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
(…)
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle, Anayasanın 129/5 maddesi gereğince memurların ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken meydana gelen zararlara ilişkin davaların idare aleyhine dava açılabilmesinin, eylemin hizmet kusurundan kaynaklanmış olması koşuluna bağlı bulunmasına; dava dilekçesinde sıralanan maddi olguların davalının salt kişisel kusuruna dayanıldığını göstermesi karşısında öncelikle bu iddia doğrultusunda delillerin toplanıp değerlendirilerek sonuca varılmasının gerekmesine; Hukuk Genel Kurulu’nun 15.11.2000 gün ve 2000/4-1650 E. 2000/1690 K; 26.09.2001 gün ve 2001/4-595 E. 2001/643 K.; 29.03.2006 gün ve 2006/4-86 E. 2006/111 K.; 20.09.2006 gün ve 2006/4-526 E. 2006/562 K. Sayılı ilamlarında da aynı ilkenin vurgulanmış olmasına göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.”
21. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 1/2/2012 tarihli ve E.2011/4-592, K.2012/25, sayılı kararı şöyledir:
“…
…gerek Anayasa, gerekse Devlet Memurları Kanunu’nda yer alan düzenlemelerin, memur ve kamu görevlisinin sorumluluğunu ortadan kaldırmadığı; daha sonra ilgilisine rücu edilmek üzere ilk etapta devletin sorumluluğuna giderek, mağdura zararını daha iyi bir şekilde giderecek bir muhatap ve tereddütsüz bir yargı yolu sağladığı; bugüne kadar ki uygulamada, kamu personelinin mali sorumluluğunu çözmek için “hizmet kusuru” ve “kişisel kusur” ayrımına gidilmiş olmasının yerinde olmadığı, zira yasada böyle bir unsur bulunmayıp; bunun tamamen idare ile memur arasında görülecek rücu davasının sorunu olduğu; öte yandan, Anayasa’nın 129/5 maddesinde sayılan görevlinin görevini yerine getirirken veya yetkilerini kullanırken kasten islediği eylemin bu koruma altına girip girmeyeceğine ilişkin olarak da, yasanın “kusur” ifadesi kullanması karşısında eylemin kasten veya ihmalen işlenmesine bakılmaksızın idarenin sorumluluğuyla güvence altına alındığı, ceza mahkemesinde yargılanmasının hatta ceza almasının dahi öneminin bulunmadığı, bunun da ancak rücu davasında dikkate alınacağı; sonuçta, memur ve kamu görevlisinin görevi sırasında hizmet araçlarını kullanarak yaptığı eylem ve işlemlerine ilişkin kişisel kusurunun kasti suç niteliği taşısa bile hizmet kusuru oluşturacağı bu nedenle açılacak davanın idare aleyhine açılması gerektiği; görev yapılan yerde dahi olsa memur ve kamu görevlisinin yaptığı iş ile ilgisi olmayan eylemlerin varlığı halinde ise bu eylemden memurun kişisel olarak sorumlu tutulacağı, bu nedenle açılacak davaların da ancak adli yargıda ve kamu görevlisi veya memur aleyhine açılabileceği, ilke olarak oyçokluğu ile kabul edilmiştir.
…”
22. Danıştay Onbeşinci Dairesinin 13/2/2014 tarihli ve E.2013/10851, K.2014/752 sayılı kararı şöyledir:
“…
… davacının 30.04.2010 tarihinde A. Y. Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde yapılan ameliyatta hatalı tıbbi müdahale yapıldığından bahisle 04.05.2011 tarihinde Ankara 20. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde ilgili doktorlar aleyhine dava açtığı, davanın 10.04.2012 tarih ve E:2011/229, K:2012/158 sayılı kararla "Pasif Husumet Yokluğu" nedeniyle reddedildiği, söz konusu bu kararın 16.11.2012 tarihinde kesinleştiği, davacının 26.12.2012 tarihinde Sağlık Bakanlığı'na 200.00,000-TL maddi, 200.000,00-TL manevi tazminatın tarafına ödenmesi istemiyle başvuruda bulunduğu, başvurusunun zımnen reddedilmesi üzerine, tarafına 100.000,00-TL manevi ve 100.000,00-TL maddi olmak üzere toplam 200.000,00-TL tazminatın ameliyat tarihinden itibaren ödenmesine karar verilmesi istemiyle bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Mahkemece, Asliye Hukuk Mahkemesinde davanın açıldığı tarih eylemin idariliğinin öğrenildiği tarih olarak kabul edilerek bu tarihten itibaren idareye başvuruda bulunulmadığı gerekçesiyle davanın süre aşımı nedeniyle reddine karar verilmişse de; davacı Asliye Hukuk Mahkemesinde açmış olduğu davada verilen karar sonucunda eylemin idariliğini öğrenmiş olup husumet yokluğu nedeniyle davanın reddine dair verilen kararın kesinleştiği 16.11.2012 tarihinden itibaren 2577 sayılı Kanunun 13. maddesi uyarınca 1 yıllık dava açma süresinin başladığının kabulü gerekmektedir.”
23. Danıştay Onbeşinci Dairesinin 20/2/2014 tarihli ve E.2013/11650, K.2014/1022 sayılı kararı şöyledir:
“…
… davacının, 2004 yılının ağustos ayında bisikletten düşerek yaralanması üzerine kaldırıldığı Konya Numune Hastanesi'nde yapılan tedavi ve ameliyatından sonra iyileşememesi sonucunda başvurduğu Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nden 13/05/2010 tarihinde aldığı rapordan %26,9 oranında özürlü olduğunu öğrendiği, davacının ameliyatı gerçekleştiren doktor S. S. aleyhine tazminat istemiyle 08/02/2011 tarihinde Konya 2. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2011/75 sayılı esasına kayıtlı olarak açtığı davanın 14/06/2012 tarih ve E:2011/75, K:2012/585 sayılı kararla anılan davanın idareye karşı açılması gerektiğinden husumet nedeniyle reddedildiği ve bahsi geçen kararın Yargıtay 4. Hukuk Dairesi'nin 09/11/2012 tarih ve E:2012/15934, K:2012/16599 sayılı kararıyla onanarak kesinleşmesi üzerine davalı idare aleyhine bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Buna göre, davacının Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nden 13/05/2010 tarihinde aldığı rapordan %26,9 oranında özürlü olduğunu öğrendiği, bunun üzerine 08/02/2011 tarihinde ameliyatı gerçekleştiren doktor aleyhine tazminat istemiyle Konya 2. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde açılan davanın husumet yokluğu nedeni ile reddedilerek buna ilişkin kararın 09/11/2012 tarihinde kesinleştiği, davacının söz konusu kararın kesinleşmesiyle birlikte eylemi ve eylemin idareye atfedilebilir olduğunu öğrendiği 09/11/2012 tarihinden itibaren 1 yıl içinde, 08/05/2013 tarihinde açtığı davada süre aşımı bulunmamakta olup; İdare Mahkemesince, davanın esası hakkında bir karar verilmesi gerekirken, davanın süre aşımı yönünden reddi yolunda verilen kararda usul hükümlerine uygunluk görülmemektedir.”
24. Danıştay Onuncu Dairesinin 13/12/2006 tarihli ve E.2005/8406, K.2006/7137 sayılı kararı şöyledir:
“…
… davacılar murisi K2'nın, 20.2.1997 tarihinde su kuyusuna düşerek ölmesi üzerine, kuyunun bulunduğu taşınmazın sahibi olarak bilinen şahıslar aleyhine Bartın 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde, 28.5.1999 tarihinde açılan maddi tazminat davasında, anılan mahkemece, 6.6.2002 tarihinde verilen kararla, kuyunun bulunduğu yerin Karayolları Genel Müdürlüğünce kamulaştırıldığı ve bu nedenle davalıların meydana gelen olayda sorumluluklarınınbulunmadığı gerekçesiyle husumet yönünden davanın reddedildiği, bu kararın temyizi üzerine Yargıtay 4. Hukuk Dairesince, haksız eylem nedeniyle sorumlu kişilerin tespit edilerek hüküm kurulması gerektiği gerekçesiyle mahkeme kararının bozulduğu, davacılar tarafından, söz konusu kararın düzeltilmesi istemiyle yapılan başvurunun aynı dairece reddedildiği ve bu kararın Asliye Hukuk Mahkemesi kayıtlarına 10.10.2003 tarihinde girdiği, daha sonra davacılar tarafından Bartın 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde, bu kez Karayolları Genel Müdürlüğüne karşı, 2.3.2004 tarihinde tazminat davası açıldığı, açılan iki davayı birleştiren Bartın 2. Asliye Hukuku Mahkemesince, kuyunun bulunduğu taşınmazın Karayolları Genel Müdürlüğünce kamulaştırıldığından, zararın doğmasına bu idarenin hizmet kusurunun neden olduğu gerekçesiyle, davanın taşınmaz sahibi olarak bilinen şahıslara yönelik kısmının reddine, Karayolları Genel Müdürlüğüne yönelik kısmının ise idari yargıda görülmek üzere, idare mahkemesine gönderilmesine karar verildiği, bu kararın 18.7.2005 tarihinde kesinleşmesi üzerine, 5.8.2005 tarihinde, Karayolları Genel Müdürlüğüne karşı idare mahkemesinde, maddi ve manevi zararların tazmini istemiyle görülmekte olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Dava konusu olayda, eylemin idariliğinin, davacılar murisinin ölümüne neden olan kuyunun bulunduğu yerin, Karayolları Genel Müdürlüğünce kamulaştırıldığı gerekçesiyle, gerçek kişiler aleyhine açılan davanın, Bartın 2. Asliye Hukuk Mahkemesince, husumet yönünden reddine ilişkin kararın kesinleştiği, 10.10.2003 tarihinde ortaya çıktığı kuşkusuzdur.
Bu duruma göre, kuyunun bulunduğu taşınmazın sahibi olarak bilinen şahıslar aleyhine 28.5.1999 tarihinde açılan maddi tazminat davası sonucunda, Bartın 2. Asliye Hukuk Mahkemesince, 6.6.2002 tarihinde, kuyunun bulunduğu yerin Karayolları Genel Müdürlüğünce kamulaştırıldığı ve bu nedenle davalıların meydana gelen olayda sorumluluklarının bulunmadığı gerekçesiyle husumet yönünden davanın reddi yolunda verilen kararın kesinleştiği tarih olan 10.10.2003 tarihinde eylemin idariliğinin belirlendiği, bu tarihten itibaren, 2577 sayılı Yasa'nın 13. maddesinde öngörülen 1 yıllık süre içinde, 2.3.2004 tarihinde adli yargı yerinde dava açıldığı, bu davanın idare mahkemesinde görülmesi gerektiği gerekçesiyle görev yönünden reddine ilişkin kararın, 18.7.2005 tarihinde kesinleşmesi üzerine, 5.8.2005 tarihinde Karayolları Genel Müdürlüğüne karşı idare mahkemesinde açılan bu davanın süresinde kabul edilerek, işin esasının incelenmesi gerekirken, süre aşımı bulunduğu gerekçesiyle davanın reddi yolunda verilen temyize konu kararda hukuki isabet görülmemiştir.”
25. Danıştay Onuncu Dairesinin 4/11/2011 tarihli ve E.2008/7182, K.2011/4711 sayılı kararı şöyledir:
“…
Bir eylemin idariliği ve doğurduğu zarar bazı durumlarda eylemin gerçekleşmesiyle, kimi zaman da değişik araştırma ve incelemelerden, hatta ceza davalarından sonra ortaya çıkabilmektedir.
Özelikle, kamu görevlilerinin idari tasarrufta bulunurken uyulması zorunlu görülen kurallara uymamaları nedeniyle kendilerine izafe edilebilecek nitelikte olmakla birlikte, resmi yetkilerin kullanımı sırasında gerçekleştiği için idaresinden de ayrılamayan görev kusurlarından doğan zararın tazmini istemiyle açılacak tam yargı davalarında eylemin idariliği, zararın, kamu görevlisinin kişisel kusurundan mı, görev kusurundan mı kaynaklandığının ceza muhakemesi sonucundabelirlenmesiyle ortaya çıkabilmektedir.
Bu nedenlerle, 2577 sayılı Kanun’un 13. maddesinde öngörülen 1 ve 5 yıllık sürelerin eylemin idariliğinin ve doğurduğu zararın ortaya çıktığı tarihten itibaren hesaplanması zorunludur. Aksi yorumun, dava açma yolunun kullanımını güçleştirerek hak arama hürriyetini olumsuz etkileyeceğini belirtmek gerekir. Anılan Yasa hükmünde öngörülen tam yargı davalarının, idari eylem nedeniyle uğranılan zararın tazminine yönelik olması sebebiyle davanın açılabilmesi için eylemin idariliğinin ve yol açtığı zararın ortaya çıkması zorunludur.
Dosyanın incelenmesinden, davacının eşinin yaralanması üzerine kaldırıldığı Salihli Devlet Hastanesinde 24.4.2004 tarihinde ölümünün gerçekleştiği, acil servis personelinden doktor S.T. hakkında taksirle bir kişiyi öldürme suçunu işlediğinden bahisle 25.9.2006 günlü iddianame ile açılan ceza davasının sürdüğü, davacının ise iddianamenin 13.10.2006 tarihinde tebliğ edilmesi üzerine 8.10.2007 gününde maddi ve manevi tazminat talebiyle davalı idareye yaptığı başvurunun 27.11.2007 tarihinde tebliğ edilen 20.11.2007 günlü işlemle reddi sonrasında 25.1.2008 tarihinde dava açtığı anlaşılmaktadır.
Bu durumda, eylemin idariliğinin S.T. hakkında açılan ceza davasında verilecek kararın kesinleştiği tarihte ortaya çıkabileceği dikkate alındığında, iddianamenin tebliği üzerine yapılan başvurunun reddi sonrasında açılan davada süre aşımı, davanın süre aşımı bakımından reddi yolunda verilen Mahkeme kararında ise hukuksal isabet bulunmadığı sonucuna ulaşılmaktadır.”
IV. İNCELEME VE GEREKÇE
26. Mahkemenin 9/9/2015 tarihinde yapmış olduğu toplantıda, başvurucunun 10/1/2013 tarihli ve 2013/474 numaralı bireysel başvurusu incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun İddiaları
27. Başvurucu, kişisel kusuru ile parmağının sakat kalmasına sebep olan doktor hakkında Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun içtihatları doğrultusunda adli yargıda tazminat davası açtığını, dava dosyasında görevli doktorun kusuruna ilişkin Yüksek Sağlık Şûrası raporu bulunmasına rağmen doktor hakkında açılan kamu davasının sonuçlanmasının beklendiğini, bu sebeple davanın makul sürede sonuçlandırılamadığını, anılan dönemde Yargıtay tarafından içtihat değişikliğine gidildiği için açtığı davanın Yargıtayın yeni içtihatları doğrultusunda husumet yokluğu nedeniyle reddine karar verildiğini, davanın uzun süre sonra husumet yönünden reddi nedeni ile idari yargıda dava açabilmesinin de mümkün olmadığını, Yargıtay görüşünün mağduriyetine yol açtığını, mevzuatta herhangi bir değişiklik olmadığı hâlde içtihat değişikliğine gidilmesinin öngörülebilirliği ortadan kaldırdığını, doktor hatası nedeniyle sağlıklı bir yaşam sürmesinin engellenmiş olduğunu, bu süreçte maddi ve manevi zarara uğradığını belirterek makul sürede yargılanma hakkının, hak arama hürriyetinin ve sağlıklı yaşam hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüş, ihlalin ortadan kaldırılması talebinde bulunmuştur.
B. Değerlendirme
28. Başvurucu temel olarak, tıbbi ihmali bulunduğunu belirttiği doktor hakkında açtığı tazminat davasının sonucundan, bu davanın makul sürede sonuçlandırılamamasından, davanın uzun bir süre sonra husumet yönünden reddi nedeniyle idari yargıda dava açma hakkını kaybetmesinden ve görevli doktorun ihmali sebebiyle vücut bütünlüğünün zarar görmesinden şikâyet etmektedir. Olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki tavsifi ile bağlı olmayan Anayasa Mahkemesi, başvurucunun iddialarını, Anayasa’nın 36. maddesinde tanımlanan adil yargılanma hakkı ile 17. maddesinde tanımlanan kişinin maddi ve manevi varlığını koruma hakkı kapsamında toplam dört başlık altında incelemiştir.
1. Kabul Edilebilirlik Yönünden
a. Yargılamanın Sonucu İtibarıyla Adil Olmadığı İddiası
29. Anayasa’nın 148. maddesinin dördüncü fıkrası şöyledir:
“Bireysel başvuruda, kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlarda inceleme yapılamaz.”
30. 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 48. maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:
“Mahkeme, … açıkça dayanaktan yoksun başvuruların kabul edilemezliğine karar verebilir.”
31. 6216 sayılı Kanun'un 48. maddesinin (2) numaralı fıkrasında açıkça dayanaktan yoksun başvuruların Mahkemece kabul edilemezliğine karar verilebileceği belirtilmiştir. Anayasa'nın 148. maddesinin dördüncü fıkrasında ise açıkça dayanaktan yoksun başvurular kapsamında değerlendirilen kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlara ilişkin şikâyetlerin bireysel başvuruda incelenemeyeceği kurala bağlanmıştır.
32. Anılan kurallar uyarınca, ilke olarak derece mahkemeleri önünde dava konusu yapılmış maddi olay ve olguların kanıtlanması, delillerin değerlendirilmesi, hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanması ile derece mahkemelerince uyuşmazlıkla ilgili varılan sonucun esas yönünden adil olup olmaması bireysel başvuru incelemesine konu olamaz. Bunun tek istisnası, derece mahkemelerinin tespit ve sonuçlarının adaleti ve sağduyuyu hiçe sayan tarzda bariz takdir hatası veya açık keyfîlik içermesi ve bu durumun kendiliğinden bireysel başvuru kapsamındaki hak ve özgürlükleri ihlal etmiş olmasıdır. Bu çerçevede, kanun yolu şikâyeti niteliğindeki başvurular, bariz takdir hatası veya açık keyfîlik bulunmadıkça Anayasa Mahkemesince incelenemez (Necati Gündüz ve Recep Gündüz, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, § 26).
33. Başvurucu, kişisel kusuru ile parmağının sakat kalmasına sebep olan doktor aleyhine açtığı tazminat davasının öngörülemez şekilde husumet yokluğu nedeniyle reddedildiğini, davasının reddedilmesinde mevzuatta herhangi bir değişiklik olmadığı hâlde Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 1/2/2012 tarihinde içtihat değişikliğine gitmesinin etkili olduğunu, bu durumun hukuka ve adalete olan güvenini sarstığını belirterek adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
34. Yukarıda yer verilen iddialar dikkate alındığında başvurucunun, açtığı davanın Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun yeni içtihadı doğrultusunda husumet yönünden reddedilmesinden şikâyet ettiği anlaşılmaktadır. Başvurucu, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun içtihat değişikliğinden sonra kendi açtığı davanın husumet yönünden reddedilmesine rağmen benzer başka bir davanın kabul edildiği yönünde bir iddia ileri sürmemektedir. Bu durumda başvuru konusu şikâyetin, içtihat değişikliği doğrultusunda verilen husumet yönünden ret kararına ilişkin olduğu anlaşılmıştır.
35. Yargıtay, 1/2/2012 tarihinden önceki içtihatlarında kamu görevlilerinin görevi sırasında hizmet araçlarını kullanarak üçüncü bir kişiye zarar vermeleri hâlinde “hizmet kusuru” ve “kişisel kusur” ayrımına gitmiş ve kamu görevlisine karşı kişisel kusuruna dayanılarak adli yargıda tazminat davası açılabilmesini kabul etmiştir (Benzer yöndeki Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararı için bkz. § 20). Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 1/2/2012 tarihli kararları ile anılan içtihattan dönülmüş ve kamu görevlilerinin mali sorumluluğunu çözmek için “hizmet kusuru” ve “kişisel kusur” ayrımına gidilmesinin yerinde olmadığı, kamu görevlilerinin görevi sırasında hizmet araçlarını kullanarak yaptıkları eylem ve işlemlere ilişkin kişisel kusurlarının kasti suç niteliği taşısa bile hizmet kusuru oluşturacağı, bu nedenle açılacak davanın idare aleyhine açılması gerektiği, görev yapılan yerde dahi olsa kamu görevlilerinin yaptıkları iş ile ilgisi olmayan eylemlerin varlığı hâlinde ise bu eylemden kamu görevlilerinin kişisel olarak sorumlu tutulacağı, bu nedenle açılacak davaların da ancak adli yargıda ve kamu görevlileri aleyhine açılabileceği kabul edilmiştir (Benzer yöndeki Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararı için bkz. § 21).
36. Somut olayda başvurucu, tedavi olduğu Hastanede görevli doktorun haksız eylemi nedeniyle parmağının sakat kaldığını belirterek görevli doktor aleyhine Sivas 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde maddi ve manevi tazminat davası açmıştır. Mahkeme, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 1/2/2012 tarihli içtihadı doğrultusunda, kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının kamu görevlileri aleyhine değil, ancak kamu idaresi aleyhine açılabileceği gerekçesiyle görevli doktor hakkında açılan davanın husumet yokluğu nedeniyle reddine karar vermiştir. Mahkeme, bu sonuca “hizmet kusuru” ile “hizmetten ayrılabilir kişisel kusur” kavramlarını ilgili hukuk kuralları çerçevesinde yorumlayarak varmış ve somut olayda hizmetten ayrılabilir kişisel kusurdan bahsetmenin mümkün olmadığı sonucuna ulaşmıştır. Temyiz edilen karar, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 9/11/2012 tarihli ilamı ile usul ve yasaya uygun bulunarak onanmıştır.
37. Bireylerin makul güvenlerinin korunması ve hukuki güvenlik ilkesi, içtihadın değişmezliği şeklinde bir hak bahşetmemektedir. Mahkemelerin yorumlarında dinamik ve evirilen bir yaklaşımın sürdürülememesi, reform ya da gelişimi engelleyeceğinden kararlardaki değişim, adaletin iyi idaresine aykırılık teşkil etmez (Türkan Bal [GK], B. No: 2013/6932, 6/1/2015, § 54).
38. Mahkeme içtihatlarındaki değişme, yargı organlarının takdir yetkisi kapsamında kalmakta olup böyle bir değişiklik özü itibarıyla önceki çözümün tatminkâr bulunmaması anlamına gelir (Türkan Bal [GK], § 55). Bu bağlamda Yargıtay, kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının kamu görevlileri aleyhine mi yoksa ilgili kamu idaresi aleyhine mi açılması gerektiği hususunda gerekçesini açıklamak suretiyle içtihat değişikliğine gitmiş ve başvurucunun görevli doktor aleyhine açtığı dava, söz konusu içtihat doğrultusunda husumet yönünden reddedilmiştir.
39. Mahkemenin gerekçesi ve başvurucunun iddiaları incelendiğinde iddiaların özünün, derece mahkemesi tarafından delillerin değerlendirilmesinde ve hukuk kurallarının yorumlanmasında isabet olmadığına ve esas itibarıyla yargılamanın sonucuna ilişkin olduğu anlaşılmaktadır.
40. Başvurucu, yargılama sürecinde karşı tarafın sunduğu deliller ve görüşler hakkında bilgi sahibi olamadığına, kendi delillerini ve iddialarını sunma olanağı bulamadığına, karşı tarafça sunulan delillere ve iddialara etkili bir şekilde itiraz etme fırsatı bulamadığına ya da uyuşmazlığın çözüme kavuşturulmasıyla ilgili iddialarının derece mahkemesi tarafından dinlenmediğine ilişkin bir bilgi ya da kanıt sunmadığı gibi Mahkemenin kararında bariz takdir hatası veya açık keyfîlik oluşturan herhangi bir durum da tespit edilememiştir.
41. Açıklanan nedenlerle, başvurucu tarafından ileri sürülen iddiaların kanun yolu şikâyeti niteliğinde olduğu, derece mahkemesi kararlarının bariz takdir hatası veya açık keyfîlik de içermediği anlaşıldığından başvurunun bu kısmının, diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin "açıkça dayanaktan yoksun olması" nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
b. Mahkemeye Erişim Hakkının İhlal Edildiği İddiası
42. Başvurucu, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu içtihatları doğrultusunda adli yargıda açtığı tazminat davasının içtihat değişikliği nedeniyle husumet yönünden reddine karar verildiğini, açtığı davanın uzun bir süre geçtikten sonra husumet yönünden reddedilmesi nedeniyle idari yargıda dava açabilmesinin de mümkün olmadığını belirterek hak arama hürriyetinin ihlal edildiğini ileri sürmüştür.Başvurucunun bu iddiası, uyuşmazlığı idari yargı önüne taşıyabilmesi ile ilgili olduğundan mahkemeye erişim hakkı kapsamında değerlendirilmiştir.
43. Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” kenar başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”
44. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme)“Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:
“Herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir. …”
45. Adil yargılanma hakkının en temel unsurlarından biri olan mahkemeye erişim hakkı, bir uyuşmazlığı mahkeme önüne taşıyabilmek ve uyuşmazlığın etkili bir şekilde karara bağlanmasını isteyebilmek anlamına gelmektedir (Özkan Şen, B. No: 2012/791, 7/11/2013, § 52). Hukuki konularda mahkemelerde dava açma hakkı anlamına gelen mahkemeye erişim hakkı "mahkemeye gitme hakkı"nı da kapsamaktadır (Hüseyin Sezen, B. No:2013/1793, 18/9/2014, § 47). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), mahkemeye etkili erişim hakkını “hukukun üstünlüğü” ilkesinin temel unsurlarından biri olarak kabul etmekte ve mahkemeye etkili erişim hakkının, mahkemeye başvuru konusunda tutarlı bir sistemin var olmasını ve dava açmak isteyen kişilerin mahkemeye ulaşmada açık, pratik ve etkili fırsatlara sahip olmasını gerektirdiğini ifade etmektedir. Bu sebeple hukuki belirsizliklerin ya da uygulamadaki belirsizliklerin tarafların mahkemeye erişimine zarar verdiği durumlarda bu hakkın ihlal edildiğine karar verilmektedir (Hüseyin Gönel, B. No: 2013/2491, 17/7/2014, § 35).
46. Somut olayda, başvurucunun Yargıtay Hukuk Genel Kurulu içtihatları doğrultusunda görevli doktorun kişisel kusuruna dayanarak adli yargıda açtığı tazminat davası, kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının kamu görevlileri aleyhine değil, ancak kamu idaresi aleyhine açılabileceği gerekçesiyle husumet yönünden reddedilmiştir. Başvurucu, anılan kararın dava tarihinden yaklaşık sekiz yıl sonra verilmesi nedeniyle idari yargıda dava açma hakkını kaybettiğini, bu sebeple mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
47. Başvurucu, husumet yokluğu nedeniyle verilen ret kararının ardından idari yargıda tam yargı davası açma yoluna gitmemiş, idari yargıda tam yargı davası açmasının mümkün olmadığını belirterek doğrudan bireysel başvuruda bulunmuştur. Bu durumda başvurucunun dava konusu uyuşmazlığı idari yargı önüne taşıyabilmesinin öngörülebilir bir durum olup olmadığı incelenmelidir.
48. 2577 sayılı Kanun’un “Doğrudan doğruya tam yargı davası açılması” başlıklı 13. maddesinin birinci fıkrası,“İdari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka suretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gereklidir. Bu isteklerin kısmen veya tamamen reddi halinde, bu konudaki işlemin tebliğini izleyen günden itibaren veya istek hakkında altmış gün içinde cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği tarihten itibaren, dava süresi içinde dava açılabilir.” şeklindedir.
49. Danıştayın yerleşik içtihatlarında, 2577 sayılı Kanun’un 13. maddesinde öngörülen1 ve 5 yıllık sürelerin, eylemin idariliğinin ve yol açtığı zararın ortaya çıkması ile başlayacağı, eylemin idariliği ve yol açtığı zararın ise bazen eylemin yapılmasıyla birlikte ortaya çıktığı bazen de değişik araştırma ve inceleme sonucu çok sonra ortaya çıkabildiği, eylemin idariliğinin sonradan ortaya çıktığı durumlarda 2577 sayılı Kanun ile öngörülen 1 ve 5 yıllık sürelerin bu tarihten itibaren hesaplanması gerektiği, aksi bir yorumun dava açma yolunun kullanımını güçleştirerek hak arama hürriyetini olumsuz şekilde etkileyeceği belirtilmektedir. Danıştay, yerleşik içtihatları ile uyumlu olarak kamu görevlilerinin kamu hizmetini yürütürken üçüncü kişilere vermiş oldukları zararlar nedeniyle kamu görevlileri aleyhine adli yargıda açılan tazminat davalarında, adli yargı mercilerince davalının hasım sıfatının bulunmadığı gerekçesiyle verilen ret kararlarında da aynı içtihadı benimsemiş ve eylemin idariliğinin, adli yargı mercilerince husumet yokluğu nedeniyle verilen ret kararının kesinleşmesiyle birlikte ortaya çıktığını, bu durumlarda husumet yokluğu nedeniyle verilen ret kararlarının kesinleşmesinden itibaren 1 yıl içerisinde 2577 sayılı Kanun’un 13. maddesi uyarınca tam yargı davası açılabileceğini kabul etmiştir (bkz.§§ 22-25).
50. Başvurucunun, görevli doktorun kişisel kusuruna dayanarak adli yargıda açtığı davada verilen husumet yönünden ret kararının gerekçesinde, kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının kamu görevlileri aleyhine değil, ancak kamu idaresi aleyhine açılabileceğinin belirtildiği dikkate alındığında, başvurucunun 2577 sayılı Kanun’un 13. maddesi uyarınca Danıştayın yukarıda yer verilen içtihatları doğrultusunda ilgili kamu idaresi aleyhine tam yargı davası açmasının öngörülebilir bir durum olduğu anlaşılmaktadır. Ancak başvurucu, idari yargıda tam yargı davası açmak yerine,dava açma hakkını kaybettiğini belirterek doğrudan bireysel başvuruda bulunmuştur. Bu durumda Danıştay içtihatlarına göre adli yargı mercilerince husumet yokluğu nedeniyle verilen ret kararlarının kesinleşmesinden itibaren 1 yıl içerisinde 2577 sayılı Kanun’un 13. maddesi uyarınca idari yargıda tam yargı davası açılması mümkün ve öngörülebilir olduğundan somut başvuruda mahkemeye erişim hakkına yönelik bir ihlalin bulunmadığının açık olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
51. Açıklanan nedenlerle başvurucunun mahkemeye erişim hakkına ilişkin iddiası yönünden bir ihlalin olmadığı açık olduğundan başvurunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin “açıkça dayanaktan yoksun olması” nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
c. Anayasa’nın 17. Maddesinin İhlal Edildiği İddiası
52. Başvurucu, görevli doktorun ihmali sebebiyle parmağının sakat kaldığını belirterek Anayasa’nın 17. maddesinde tanımlanan, kişinin maddi ve manevi varlığının korunması hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
53. Anayasa’nın “Kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı” kenar başlıklı 17. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.”
54. Anılan Anayasa hükmü ile kişinin maddi ve manevi varlığının bütünlüğü, gerek kamusal yetkilerle donatılmış kişilerin gerekse özel kişilerin müdahalelerine karşı güvence altına alınmıştır. Bu çerçevede devletin, egemenlik alanında yaşayan ve kontrolü altında bulunan kişilerin maddi ve manevi varlıklarına yönelen müdahaleleri önleme, önlenememiş olan müdahalelere yönelik olarak da gerekli soruşturma, kovuşturma, failleri tespit edip cezalandırma ve gerektiğinde bundan doğan zararları etkili bir şekilde bizzat karşılama veya sorumlularına karşılatma yükümlülüğü bulunmaktadır. Kişilerin vücut bütünlüğüne yapılan bir müdahaleden doğan zararlara yönelik etkili bir tazminin sağlanamadığı ve bu çerçevede devletin, Anayasa’nın 17. maddesinden doğan koruma yükümlülüğünü yerine getirmediği durumlarda, kişinin vücut bütünlüğünün korunduğundan söz edilemez (Özkan Şen,§ 40).
55. Anayasa’nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrası uyarınca temel hak ve özgürlüklerin ihlaline neden olduğu ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir.
56. Bireysel başvurunun ikincil niteliği gereği başvurucunun, ihlal iddialarını öncelikle yetkili idari ve yargısal mercilere usulüne uygun olarak iletmesi, bu konuda sahip olduğu bilgi ve delilleri zamanında sunması, dava ve başvurusunu takip etmek için gerekli özeni göstermesi gerekir (Mustafa Bülent Erten, B. No: 2012/649, 26/3/2013, §§ 18-19).
57. Başvuruya konu olayda başvurucu tarafından, parmağının sakat kalmasına sebep olduğu iddiasıyla görevli doktor aleyhine Sivas 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde tazminat davası açıldığı, Sivas 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 20/6/2012 tarihli kararı ile Anayasa’nın 129. maddesinin beşinci fıkrası ve 657 sayılı Kanun’un 13. maddesi uyarınca, kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işlemiş oldukları kusurlu davranışlarından dolayı açılacak tazminat davalarının, ilgili kamu görevlisine değil, kamu idaresi aleyhine açılabileceği belirtilerek başvurucunun davasının husumet yokluğu nedeniyle reddine karar verildiği, uyuşmazlığın esastan incelenmeyerek husumetin yanlış yöneltildiği tespitine dayalı olarak talebin Mahkemece reddedildiği anlaşılmaktadır. Başvurucu tarafından açılan davanın esası hakkında derece mahkemelerince bir inceleme yapılmadığı ve husumetin yanlış yöneltildiği gerekçesiyle davanın reddine karar verildiği dikkate alındığında somut olayda Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunabilmek için etkili başvuru yollarının tüketilmesi koşulunun yerine getirildiği söylenemez.
58. Başvurucu, Danıştay içtihatlarına göre adli yargı mercilerince husumet yokluğu nedeniyle verilen ret kararlarının kesinleşmesinden itibaren 1 yıl içerisinde 2577 sayılı Kanun’un 13. maddesi uyarınca idari yargıda tam yargı davası açılması mümkün iken idari yargıda tam yargı davası da açmamıştır (İlgili Danıştay kararları için bkz. §§ 22-25).
59. Açıklanan nedenlerle, ihlal iddiasına ilişkin olarak etkili başvuru yollarının tüketilmemiş olduğu anlaşıldığından başvurunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin “başvuru yollarlının tüketilmemiş olması” nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
d. Yargılamanın Makul Sürede Tamamlanmadığı İddiası
60. Başvurucunun yargılamanın uzunluğuyla ilgili şikâyeti açıkça dayanaktan yoksun olmadığı gibi bu şikâyet için diğer kabul edilemezlik nedenlerinden herhangi biri de bulunmamaktadır. Bu nedenle başvurunun bu bölümüne ilişkin olarak kabul edilebilirlik kararı verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
61. Başvurucu, Sivas 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde açtığı tazminat davasının makul sürede sonuçlanmadığını belirterek adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
62. Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanı dışında kalan bir hak ihlali iddiasını içeren başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi mümkün olmayıp (Onurhan Solmaz, B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 18), Sözleşme metni ile AİHM kararlarından ortaya çıkan ve adil yargılanma hakkının somut görünümleri olan alt ilke ve haklar, Anayasa’nın 36. maddesinde yer verilen adil yargılanma hakkının da unsurlarıdır. Anayasa Mahkemesi de Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca inceleme yaptığı birçok kararında, ilgili hükmü Sözleşme’nin 6. maddesi ve AİHM içtihadı ışığında yorumlamak suretiyle Sözleşme’nin lafzi içeriğinde yer alan ve AİHM içtihadıyla adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil edilen ilke ve haklara, Anayasa’nın 36. maddesi kapsamında yer vermektedir Somut başvurunun dayanağını oluşturan makul sürede yargılanma hakkı da yukarıda belirtilen ilkeler uyarınca adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil olup ayrıca davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğunu belirten Anayasa’nın 141. maddesinin de Anayasa’nın bütünselliği ilkesi gereği, makul sürede yargılanma hakkının değerlendirilmesinde göz önünde bulundurulması gerektiği açıktır (K3 ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, §§ 38-39).
63. Davanın karmaşıklığı, yargılamanın kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun davanın hızla sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar, bir davanın süresinin makul olup olmadığının tespitinde göz önünde bulundurulması gereken kriterlerdir (K3 ve diğerleri, §§ 41-45).
64. Anayasa’nın 36. maddesi ve Sözleşme’nin 6. maddesi uyarınca, medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin uyuşmazlıkların makul sürede karara bağlanması gerekmektedir. Başvuru konusu haksız fiile dayalı tazminat davasında, 18/6/1927 tarihli ve 1086 sayılı mülga Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ile 12/1/2011 tarihli ve6100 sayılı Kanun’da yer alan usul hükümlerine göre yürütülen somut yargılama faaliyetinin, medeni hak ve yükümlülükleri konu alan bir yargılama olduğunda kuşku yoktur (K3 ve diğerleri, § 49).
65. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin makul süre değerlendirmesinde kural olarak sürenin başlangıcı, uyuşmazlığı karara bağlayacak yargılama sürecinin işletilmeye başlandığı, başka bir deyişle davanın ikame edildiği tarih olup somut başvuru açısından bu tarih 6/1/2005 tarihidir.
66. Sürenin bitiş tarihi ise çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde yargılamanın sona erme tarihidir (K3 ve diğerleri, § 52). Somut başvuru açısından bu tarih, Yargıtay tarafından başvurucunun temyiz taleplerinin reddedildiği 9/11/2012 tarihidir.
67. Başvuruya konu yargılama sürecinin incelenmesinde, 6/1/2005 tarihinde Sivas 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan davanın konusunun haksız fiile dayalı tazminat davası olduğu, yargılama devam ederken aynı fiil sebebiyle doktor hakkında Sivas 2. Sulh Ceza Mahkemesinde açılan kamu davasının sonucunun beklenilmesine karar verildiği, uzun bir müddet kamu davasının sonucu beklendikten sonra 12/6/2012 tarihinde husumet yokluğu nedeniyle davanın reddine karar verildiği, başvurucu tarafından temyiz edilen kararın Yargıtay 4. Hukuk Dairesince 9/11/2012 tarihli ilam ile onandığı ve karar düzeltme yoluna başvurulmadan kesinleştiği anlaşılmıştır.
68. 6100 sayılı Kanun’un öngördüğü yargılama usullerine tabi mahkemeler nezdindeki yargılamaların makul sürede tamamlanmadığı yönündeki iddialar daha önce bireysel başvuru konusu yapılmış ve Anayasa Mahkemesi tarafından, özellikle yargılamada sürati temin etmeye hizmet eden özel usul hükümlerinin nazara alınmadığı göz önünde bulundurularak makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği yönünde karar verilmiştir (K3 ve diğerleri, §§ 34-64).
69. Başvurunun değerlendirilmesi neticesinde, başvuruya konu haksız fiile dayalı tazminat davası; hukuki meselenin çözümündeki güçlük, maddi olayların karmaşıklığı, delillerin toplanmasında karşılaşılan engeller, taraf sayısı gibi kriterler dikkate alındığında karmaşık olmaktan uzaktır. Başvurucunun, tutum ve davranışları, usule ilişkin haklarını kullanırken özensiz davranması neticesinde yargılamanın uzamasına önemli ölçüde sebep olduğu da söylenemez. Dolayısıyla somut başvuru açısından, daha önce verilen kararlar dışında farklı bir karar verilmesini gerektirecek bir yön bulunmadığı ve 7 yıl 11 aylık yargılama sürecinde makul olmayan bir gecikmenin olduğu sonucuna varılmıştır.
70. Açıklanan nedenlerle başvurucunun Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
3. 6216 Sayılı Kanun’un 50. Maddesi Yönünden
71. Başvurucu, yargılamanın makul sürede sonuçlandırılmaması nedeniyle maddi ve manevi zararlarının giderilmesi talebinde bulunmuştur.
72. 6216 sayılı Kanun’un “Kararlar” kenar başlıklı 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:
“Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”
73. Mevcut başvuruda Anayasa’nın 36. maddesinin ihlal edildiği tespit edilmiş olmakla beraber tespit edilen ihlalle iddia edilen maddi zarar arasında illiyet bağı bulunmadığı anlaşıldığından başvurucunun maddi tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerekir.
74. Başvurucunun tarafı olduğu uyuşmazlığa ilişkin yaklaşık sekiz yıllık yargılama süresi nazara alındığında yargılama faaliyetinin uzunluğu sebebiyle yalnızca ihlal tespitiyle giderilemeyecek olan manevi zararı karşılığında başvurucuya takdiren net7.650,00 TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmesi gerekir.
75. Başvurucu tarafından yapılan 198,35 TL başvuru harcı masrafı ve 1.500,00 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 1.698,35 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. Başvurucunun;
1. Yargılamanın sonucu itibarıyla adil olmadığı yönündeki iddiasının “açıkça dayanaktan yoksun olması”,
2. Mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği yönündeki iddiasının “açıkça dayanaktan yoksun olması”,
3. Kişinin maddi ve manevi varlığını koruma hakkının ihlal edildiği yönündeki iddiasının “başvuru yollarının tüketilmemiş olması”,
nedenleriyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
4. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği yönündeki iddiasının KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
5.Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
B. Başvurucuya net 7.650,00 TL manevi TAZMİNAT ÖDENMESİNE, başvurucunun tazminata ilişkin diğer taleplerinin REDDİNE,
C. Başvurucu tarafından yapılan 198,35 TL başvuru harcı masrafı ve 1.500,00 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 1.698,35 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,
D. Ödemelerin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal faiz uygulanmasına,
9/9/2015 tarihinde OY BİRLİĞİYLE karar verildi.