Dosya olarak kaydet: PDF - TIFF - WORD
Görüntüleme Ayarları:

Taraflar arasındaki "tapu iptali ve tescil" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda (Üsküdar Dördüncü Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 20.4.1998 gün ve 1997/466 E- 1998/234 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay Birinci Hukuk Dairesinin 19.10.1998 gün ve 1998/10725-11152 sayılı ilamı ile; (... Davacı, 140 parsel sayılı taşınmazın miras bırakanı tarafından muvazaalı olarak temlik edildiğini ileri sürüp iptal tescil isteminde bulunmuştur.

Davalılar reddini savunmuşlar, mahkemece davanın reddine karar verilmiştir. Davada ileri sürülen iddianın niteliği itibariyle yanlar arasındaki uyuşmazlık davaya konu temliki işlemin yapıldığı tarihte başkaca mirasçıların varlığına karşın o tarih itibariyle mirasçı sıfatını henüz kazanmayan, ancak murisin ölüm gününde mirasçı olan kişi yönünden 1.4.1974 tarih, 1/2 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararının uygulama yeri bulup bulamayacağı ve o kişi (davacı) tarafından işlemin iptali davasının açılıp açılamayacağı noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığı doğuran inançları birleştirme kararında (bir kimsenin mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malını gerçekte bağışlamak istediği halde, tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıkladığının gerçekleşmesi durumunda, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların görünürdeki satış sözleşmesinin muvazaalı olduğunu ve gizlenen bağış sözleşmesinin de biçim koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabilecekleri, bu dava hakkının geçerli sözleşmeler için düzenlenen MK.nun 507 ve 603. maddelerinin sağladığı haklara etkili olamayacağı) öngörülmüştür. Gerek kararın gerekçesinden, gerekse bağlayıcı olan sonuç bölümünden böyle bir davanın yalnızca temliki işlemin yapıldığı tarihte mirasçılık sıfatını taşıyanların açabileceğini kabul edebilmek olanağı yoktur. Aksine, "miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar" denerek o tarihte (temlik tarihinde) mevcut ve sonradan ortaya çıkabilecek mirasçılar bakımından ayrım yapılmış değildir. Kararın "bir kimsenin mirasçısını" sözcükleriyle başlatılması "mal kaçırma amacını" ortaya koymak içindir.

Hemen belirtmelidir ki, BK.nun 18. maddesinde deyimini bulan muvazaa (...tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacı ile ve fakat kendi iradelerine uymayan, aralarında hüküm ve sonuç doğurmayan bir görünüş yaratmak hususunda anlaşmalarıdır...) şeklinde tanımlanabilir. Bilindiği gibi, muvazaa iki türlü olabilir; taraflar herhangi bir hukuki işlem yapmayı (oluşturmayı) istemezler, yalnız görünüşte bir hukuki işlem için gerekli irade açıklamasında bulunurlar; yada taraflar gerçekten belli bir hukuki işlem yapmak isterler, ancak onu saklamak amacıyla başka bir işlemin kurulduğu görünümünü yaratmak üzere irade açıklamasında bulunurlar (Hukuk Genel Kurulu 4.5.1960 gün ve 2/24 E, -24 K. Hukuk Genel Kurulu 3.6.1964 gün ve 2/422 E, -398 K. Hukuk Genel Kurulu aynı gün 2/335 E, -397 K. Hukuk Genel Kurulu 4.5.1966 gün ve 2/406 E, -132 K.; Hukuk Genel Kurulu 22.12.1982 gün ve 13/1905 E, -966 K.) Taraflar ister yalnız bir görünüş yaratmayı, ister ikinci bir işlem yapmayı arzu etmiş olsunlar; görünüşteki işlem tarafların gerçek iradelerini yansıtmadığından ötürü herhangi bir sonuç doğurmadığı gibi, gizli işlem (bağış) dahi şekli aykırılıktan dolayı geçersizdir (MK. m. 634, BK. m. 213, 2613 sayılı Kanun m. 26). Müeyyidesi mutlak butlan olan ve başlangıcından itibaren hükümsüzlük ifade eden işlem icazet (onay) ile yada zaman geçmekle geçerlilik kazanamayacağına göre, işlemden sonra mirasçılık sıfatını alan kişiler için geçerli hale gelemez. Bu tür işlemlerde temlike konu tapulu taşınmaz yada taşınmazların mülkiyeti yanlara temlik yapılana şeklen nakledilmiş gözüksede, gerçekte miras bırakanın mal varlığından (terekesinden) çıkmış sayılamaz. Diğer bir anlatımla 1.4.1974 tarih 1/2 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararının uygulanmasını zorunlu kılan işlemlerde miras bırakanla gerçekte kendisine bağış yapılan kişi öğretide "kollusion" denilen hileli anlaşma yoluna başvurmakta, bağışı satış gibi göstermektedirler. Bütün hukuk sistemlerinin benimsediği temel ilke uyarınca hiç kimse kendi yaptığı hileli anlaşmadan ve haksızlıktan kısmen de olsa kendisine çıkar sağlayamaz (Nullus Commodum Capere Potest ex sus İnsuria Propria). Öte yandan, mirasçılık sıfatı ölümle doğar (MK.nun m. 522). Miras açılınca mirasçılar onun tamamına sahip olurlar (MK. m. 539). Evlatlık ve füruu, kendisine evlat edinen kimseye; nesebi sahih füruu gibi mirasçı olurlar (MK. m. 447). Öyle ise, olayda, 1.4.1974 tarih 1/2 sayılı Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kararının uygulama yeri bulabileceği ve davacının da değinilen karara dayanarak dava açabileceği kabul edilmeli; işin esasının araştırılması suretiyle sonucu doğrultusunda bir hüküm kurulmalıdır.

Bilindiği üzere; uygulamada ve öğretide "muris muvazaası" olarak tanımlanan muvazaa, niteliği itibariyle nisbi (mevsuf-vasıflı) muvazaa türüdür. Söz konusu muvazaada miras bırakan gerçekten sözleşme yapmak ve tapulu taşınmazını devretmek istemektedir. Ancak, mirascısını miras hakkından yoksun bırakmak için esas amacım gizleyerek, gerçekte bağışlamak istediği tapulu taşınmazını, tapuda yaptığı resmi sözleşmede iradesini satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi doğrultusunda açıklamak suretiyle devretmektedir.

Bu durumda yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarında ve 1.4.1974 tarih 1/2 sayılı İnançları Birleştirme Kararında açıklandığı üzere görünürdeki sözleşme tarafların gerçek iradelerine uymadığından, gizli bağış sözleşmeside Medeni Kanunun 634, Borçlar Kanunun 213 ve Tapu Kanunun 26. maddelerinde öngörülen şekil koşullarından yoksun bulunduğundan, saklı pay sahibi olsun veya olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar dava açarak resmi sözleşmenin muvazaa nedeni ile geçersizliğinin tesbitini ve buna dayanılarak oluşturulan tapu kaydının iptalini isteyebilirler.

Öte yandan; bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iş sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tesbiti ve aydınlığa kavuşturulması genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşımaktadır. Bunun içinde ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alış gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile miras bırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır. Somut olaya gelince; açıklanan ilkeleri karşılayacak kapsamda bir araştırma yapıldığını söyleyebilmek olanağı yoktur.

Hal böyle olunca, anılan ilkelere göre araştırma yapılması ve sonucuna göre bir hüküm kurulması gerekirken, noksan soruşturma ile yetinilerek yazılı olduğu üzere karar verilmesi isabetsizdir...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Temyiz Eden: Davacı vekili

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Yerel mahkeme ile özel daire arasındaki uyuşmazlık davaya konu temliki, işlemin yapıldığı tarihte başkaca mirasçısının varlığına karşın o tarih itibariyle mirasçı sıfatını henüz kazanmayan ancak murisin ölüm gününde mirasçı olan kişi yönünden 1.4.1974 tarih 1/2 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararının uygulama yeri bulup bulmayacağı, o kişi (davacı) tarafından işlemin iptali davasının açılıp-açılamayacağı noktasında toplanmaktadır.

Söz konusu İnançları Birleştirme Kararında "bir kimsenin mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malını gerçekte bağışlamak istediği halde, tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıkladığının gerçekleşmesi durumunda saklı pay sahibi olsun yada olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların görünürdeki satış sözleşmesinin muvazaalı olduğunu ve gizlenen bağış sözleşmesinin de biçim koşulundan yoksun bulunduğunu, ileri sürerek dava açabilecekleri bu dava hakkının geçerli sözleşmeleri için düzenlenen Medeni Kanunun 507 ve 603. maddelerinin sağladığı haklara etkili olamayacağı" öngörülmüştür. Gerek kararın gerekçesinden gerekse bağlayıcı olan sonuç bölümünden böyle bir davanın temlikin yapıldığı tarihte mirasçılık sıfatını taşıyanların açabileceğini kabul etmek olanağı yoktur. Aksine değinilen kararda belirli bir mirasçı veya mirasçılardan söz edilmeyip genel "mirasçı" sözcüğü kullanılmak "miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar" denmek suretiyle temlik tarihinde mevcut ve sonradan ortaya çıkabilecek mirasçılar bakımından ayrım yapılmış değildir. Nitekim 22.5.1987 tarih 4/5 sayılı İnançları Birleştirme Kararının sonuç bölümünde de "miras bırakanın yaptığı temliki tasarruflardan zarar gören mirasçıların" dava açabilecekleri belirtilmiştir. O halde muvazaalı temlik tarihinde miras bırakanın başka bir mirasçısının bulunması, mirasçıdan mal kaçırma iradesinin oluşması için yeterlidir. Esasen muvazaalı temlikten bir veya birkaç mirasçı değil tüm mirasçıların zarar göreceği aşikardır.

Hemen belirtmek gerekirki, Borçlar Kanununun 18. maddesinde deyimini bulan muvazaa (... tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacıyla ve fakat kendi iradelerine uymayan aralarında hüküm ve sonuç doğurmayan bir görünüş yaratmak hususunda anlaşmalarıdır...) şeklinde tanımlanabilir. Bilindiği gibi muvazaa iki türlü olabilir. Taraflar herhangi bir hukuki işlem yapmayı (oluşturmayı) istemezler. Yalnız görünüşte bir hukuki işlem için gerekli irade açıklamasında bulunurlar, yada taraflar gerçekten bir hukuki işlem yapmak isterler, ancak onu saklamak amacıyla başka bir İşlemin kurulduğu görünümünü yaratmak üzere idari açıklamasında bulunurlar (HGK. 4.5.1960 gün ve 2/24 Esas, 24 Karar. HGK. 3.6.1994 gün ve 442 Esas, 398 Karar, HGK. 3.6.1994 gün 335 Esas, 397 Karar. HGK. 4.5.1966 gün, 406 Esas, 132 Karar. HGK. 22.12.1982 gün 1371905 Esas, 966 Karar).

Taraflar ister yalnız bir görünüş yaratmayı, ister ikinci bir işlem yapmayı arzu etmiş olsunlar, görünüşteki işlem tarafların gerçek iradelerini yansıtmadığından ötürü herhangi bir sonuç doğurmadığı gibi Medeni Kanunun 634, Borçlar Kanunun 213, 2613 sayılı Kanunun 26. maddesinde düzenlenen şekil koşulu bir geçerlilik koşulu sayıldığından tapulu taşınmazlar yönünden gizli işlem (bağış) dahi, şekle aykırılıktan dolayı geçersizdir. Kararlılık kazanmış Yargıtay İçtihatlarında ve bilimsel alanda ortaklaşa kabul edildiği üzere muvazaalı işlemin müeyyidesi mutlak butlandır. Bu itibarla muvazaalı sözleşmeler başlangıçtan itibaren geçersiz olduklarından hiçbir hüküm ve sonuç doğurmazlar. Açılan dava sonunda verilen karar yenilik doğuran (inşai) bir karar değil açıklayıcı (ihdasi) bir karar durumundadır. Muvazaanın varlığı hiçbir süreye bağlı olmaksızın her zaman iddia ve isbat edilebilir. Muvazaa, istek olmaksızın mahkemece kendiliğinden (resen) gözönünde tutulur. Belirli bir zaman geçmesi muvazaa sebebinin ortadan kalkması veya tarafları olur (icazet) vermesi ile muvazaalı sözleşmeler geçerli hale gelmezler. Bu tür işlemlerde temlike konu tapulu taşınmaz yada taşınmazların mülkiyeti temlik yapılana şeklen geçmiş gözükse de gerçekte miras bırakanın mal varlığından çıkmış sayılmaz. Bu husus 7.10.1953 gün 1953/8 Esas, 1953/8 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararında da aynen (... memur huzurunda bey akdi hakkında iradelerinin telahuk ettiği akitler beyan eyleseler ve fakat hakiki kasıtlarının akit yaparken hibe olduğu sabit olsa, bey akdi batıl olur, amma yerine hibe akdi kaim olmaz çünkü memur huzurunda bey akdi hakkında tarafların iradeleri telahuk eylemiştir. Bu halde tapu kaydı hali aslisine icra olunmakla iktifa olunur. Müşteri vaziyetinde bulunan şahsa hibe sebebiyle mülkiyet intikal eylemiş olamaz. Bundan başka selahiyetli memur huzurunda gayrimenkul mülkiyetini iktisap etmesi kastolunan şahsın isminin gizlenmesi böylece onun yerine mevhum bir veya hakiki akitlerden başka bir şahsın ismi kullanılarak akde yabancı kimse namına sicille tescil vaki olmuş ise (nam-ı müstear) bu halde de memur huzurunda akitlerin hakiki kasdının ifade edilmemiş olması bakımından temlike esas olan akit batıldır. Sicilin yalnız eski haline icraı icap eder. Yani eski malik namına kayıt tashih olunur. Böyle bir münasebet yeni bir tescile mevzuu olunamaz". Biçiminde yer almıştır.

1.4.1974 tarih 1/2 sayılı İnançları Birleştirme Kararının uygulanmasını zorunlu kılan işlemlerde miras bırakan ile gerçekte kendisine bağış yapılan kişi öğretide "kolluksion" denilen hileli anlaşma yoluna başvurmakta bağışı satış gibi göstermektedirler. Bütün bu sistemlerin benimsendiği temel ilke uyarınca hiç kimse kendi yaptığı hileli anlaşmadan ve haksızlıktan her ne sebeple olursa olsun kısmen de olsa kendisine çıkar sağlayamaz (Hullus commodum ca pere potest ex sus insuria propria).

Öte yandan Medeni Kanunun 522. maddesi uyarınca (mirasçı olabilmek için murisin vefatında mirasçılığa ehil olarak sağ olmak lazımdır). Başka bir koşul söz konusu olamaz. Yine aynı Kanunun 539. maddesinde (miras açılınca mirasçılar onun tamamına sahip olurlar. Kanunda açıkça yazılı haller müstesna olmak üzere müteveffanın alacakları ve bilcümle hakları zilyet bulunduğu mallar mirasçılarına intikal eder) hükmü getirilmiştir. Medeni Kanunun deyinilen açık hükümleri karşısında bir mirasçının daha önce değil, murisin ölüm tarihinde (mirasın açılma tarihinde) mirasçılığa ehil ve sağ olması esastır. İstikrar kazanmış Yargıtay İçtihatlarında murisin muvazaalı temliki yaptığı tarihteki çocukları ile bundan sonra ana rahmine düşen çocukları arasında dava hakkı yönünden hiçbir fark gözetilmemiştir. Medeni Kanunun 447. maddesinin (evlatlık ve füruu kendisini evlad edinen kimseye nesebi sahih füruu gibi mirasçı olurlar) hükmü gereğince füruu ve evlatlık arasında bir ayrım yapmakta olanaksızdır. Bunun yanında miras bırakanın başka bir mirasçısının muvazaa nedeniyle dava açıp tapu kaydının iptali ile terekeye döndürülmesini sağladığı takdirde temlik tarihinden sonra mirasçı olan kişinin o taşınmaza payı oranında malik olacağı kuşkusuzdur. Hal böyle olunca muvazaalı temlik tarihinden sonra mirasçılık sıfatı kazanan mirasçıya muvazaa nedeniyle dava açmak hakkı tanınmaması izahı güç bir çelişki oluşturur, muvazaalı işlemlerin hüküm ve sonuçlarına ilişkin ilkelere, Medeni Kanunun açık hükümlerine, sözü edilen İnançları Birleştirme Kararlarına, Yargıtay'ın yerleşmiş İçtihatlarına ters bir sonuç doğurur.

Öyle ise miras bırakanın muvazaalı temlikinden sonra evlat edindiği, veya evlendiği kişinin yahut ana rahmine düşen çocuğunun muris muvazaasına dayanarak tapulu taşınmazlar hakkında açtığı iptal ve tescil davalarında 1.4.1974 tarih 1/2 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararının uygulama yeri bulacağı buna bağlı olarak somut olayda da davacının dava açabileceği kabul edilmeli, işin esası araştırılarak sonucu doğrultusunda bir hüküm kurulmalıdır.

Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken; önceki kararda direnilmesi doğru değildir. Usul ve yasaya uygun bulunmayan direnme kararı bozulmalıdır.

Sonuç: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince (BOZULMASINA), istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 1.3.2000 gününde, yapılan 2. görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.

KARŞI OY YAZISI

Dava, Borçlar Kanununun 18. maddesinden kaynaklanan ve dayanağını 1.4.1974 gün 1/2 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararından alan "muris muvazaası" hukuksal nedenine dayalı tapu iptali, tescil ve tenkis isteklerine dairdir.

Davacı, kendisini evlat edinen miras bırakanının çekişme konusu edilen taşınmazın davalılara temlikinin, kendisinden mal kaçırma amaçlı, muvazaalı olduğunu ileri sürerek tapusunun iptali ile ile adına tescilini istemiştir. Mahkemece, dava hükümde yazılı gerekçelerle reddedilmiştir. Kısaca, "irade ve beyan arasında, üçüncü kişileri yanıltmak amacıyla bilerek, isteyerek yaratılan aykırılık hali" olarak da tarif edilen "muvazaa" hukuksal kurumunu düzenleyen Borçlar Kanununun 18. maddesinde, akitde aktin taraflarının gerçek ve müşterek amaçlarının araştırılması gereğine değinilerek şekil koşuluna uygun olmayan, görünüşe uymayan irade açıklamasının muvazaa ile illetli olacağı zımnen ifade edilmiştir.

Bu genel kuraldan hareketle "muris muvazaası" hukuksal kurumuna açıklık getiren 1.4.1974 gün ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının sonuç bölümünde "bir kimsenin mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmiş bulunması halinde, ... görünürdeki satış sözleşmesinin Borçlar Kanununun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğu.." na değinilerek geçersizliği dile getirilmiştir.

Gerek Borçlar Kanununun 18. maddesine, gerekse belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararına göre, akitte muvazaa halinin akte taraf olanın gerçek irade ve amacının belirlenmesi ile saptanacağında kuşku yoktur. Şu halde muris muvazaasından söz edebilmek için, miras bırakanın gerçek irade ve amacının yani temliki tasarrufu yaparken murisin mirasçısını miras hakkından yoksun etmek düşüncesini taşıyıp taşımadığının açıklıkla ortaya konması lüzumu tartışmasızdır. Böyle bir amaç saptanamadığı takdirde İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanma olanağı kalmaz.

Somut olayda, davacının muristen hak talebi miras bırakan ile aralarında 15.10.1988 tarihinde kurulan evlatlık ilişkisinden kaynaklanmakta olup; tek mirasçıdır. Miras bırakanın davaya konu edilen temliki tasarrufu ise, evlatlık ilişkisinin kurulmasından 17 sene öncesine, 29.6.1971 tarihli resmi akde dayalı bulunmaktadır. Bu durumda, murisin henüz evlatlık ilişkisi kurulmayan akdi mirasçısından bu akdin çok öncesinde yaptığı tasarrufları ile mal kaçırma amacını taşıdığını söylemek mümkün değildir. Aksine düşünce tarzının kişilerin irade serbestisine, tasarruf ehliyetine aşırı müdahale olacağı kuşkusuzdur.

Öte yandan, bir çok Daire ve Genel Kurul Kararında murisin temliki tasarrufu ile mirasçılarından birini tercihinin, diğer mirasçılar bakımından haksız eylem teşkil ettiğine değinilmiştir. Temlik tarihinde henüz mirasçı olmayan kişiye karşı haksız eylemde bulunmanın söz konusu edilemeyeceği dikkate alındığında da murisin akitteki gerçek amacının mirasçıdan mal kaçırma olduğu sonucuna varmak olanaksızdır.

Burada üzerinde önemli durulması gereken bir hususta Yargıtay İnançları Birleştirme Kararlarının niteliğidir. Bilindiği üzere İçtihadı Birleştirme Kararları konularıyla sınırlı, gerekçeleriyle açıklayıcı sonuçlarıyla da bağlayıcıdır. Bu bakımdan bağlayıcı bulunan sonuç bölümü dikkate alınarak olaylara uygulanmasına özen gösterilmeli, kapsamının genişletilmesinden kaçınılmalıdır. Şu halde, "mirasçıdan mal kaçırma" halini geçersizlik sebebi sayan İçtihadı Birleştirme Kararının sonuç kısmındaki ifade ve amacı, "terekeden mal kaçırma" biçiminde yorumlayan sayın çoğunluk görüşüne katılma olanağı yoktur.

Nitekim, "gizli bağış", "elden bağış" olarak nitelendirilen, miras bırakanın temliki işlemde taraf olmaksızın parasını ödemek suretiyle mirasçılarından birine mal ettiği taşınmazlar bakımından açılan davalarda, Yüksek Hukuk Genel Kurulu, "... temliki işlemde üçüncü şahıs durumundaki murisin yorum yoluyla, akitte taraf durumuna getirilmesi suretiyle olaya 1.4.1974 gün ve 1/2 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararının uygulanması olanağı yoktur..." (30.12.1992 gün 1992/1-1986, 1992/782 sayılı K.) gerekçesiyle yukarıda değinilen ilke üzerindeki duyarlılığını dile getirmiştir.

Bütün bunlara rağmen çekişme konusu işlerde 1974 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanması düşüncesinin temelinde, muvazaalı işlemin hükümsüzlüğü kavramının yattığı anlaşılmaktadır. Daire ve Genel Kurul kararlarında muvazaalı işlemin müeyyidesi mutlak butlan olarak nitelendirilmektedir. Tabii ki, böyle bir kabul, muvazaalı işlemin baştan beri hüküm ifade etmiyeceği, icazetle geçerli hale getirilemeyeceği, bölünemeyeceği sonucunu doğuracaktır; bu sonuçları ortaya koyan muvazaalı işlemin eski hale getirilmesi için ise, 1.4.1974 tarih, 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararına da ihtiyaç yoktur; muvazaa olgusunun sübutu yeterlidir.

Ne varki, çoğunluğun değinilen kabulüne dayanak yapılan niteleme ve buna bağlı kuralların, gerek doktrin,-gerekse uygulama açısından, kesinlikle benimsenen yaşamın gereklerine uygun düşen sonuçlar doğurduğunu söyleyebilmek olanağı bulunmadığı açıktır.

Öncelikle öğretide mutlak butlana dayalı geçersizlik hali, yoklukla eşdeğer kabul edilmekle; bu anlamda mutlak butlan ile malul işlemler kurulmamış, meydana gelmemiş işlemler olarak tanımlanmaktadır. Böyle bir kabulün doğal sonucu olarak muvazaa, ilgililerince re'sen gözetilen bir geçersizlik sebebi sayılacak, muvazaalı sözleşmenin sadece tarafları veya bundan zarar göreni değil, ilgili herkes tarafından örneğin tapu sicili yetkilileri, C. Savcılarınca ileri sürülebilecek, Mahkemelerde de kendiliğinden dikkate alınması gerekecektir.

Ancak biliyoruz ki, uygulamada durum hiçde böyle değildir. Örneğin Yüksek Birinci Hukuk Dairesinin önüne sıkça gelen, murisin tüm mirasçılarını kapsayacak biçimde, hoş görülebilir denklikte bir kısım taşınmazlarını, onlara muvazaalı biçimde, yani tapuda satış göstermek suretiyle bağışlaması hali, 1.4.1974 gün ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulama alanı dışında tutulmaktadır. Bunun gerekçesi de, murisin gerçek irade ve amacının, mirasçılarından mal kaçırmak değil, onlar arasında sağlığında bir kısım mallarının taksimi olduğudur. Böylece olayda 1974 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararının uygulama yeri olmadığı sonucuna varılmaktadır. Oysa, miras bırakanın tapuda satış gösterdiği işlem gerçekte bağıştır. Satış işlemi gerçek iradeyi yansıtmadığı için muvazaalı, bağış ise şekil koşulundan yoksun bulunduğu için geçersizdir. Bu durumda muvazaanın müeyyidesi mutlak butlan olsa idi, Yüksek Dairenin, önüne gelen işte geçersizlik halini belirleyip eski hale getirme işlemini kabul etmesi gerekirdi kuşkusuz.

Diğer taraftan, bilindiği üzere, 1974 tarihli içtihadı Birleştirme Kararında saklı pay sahibi olsun olmasın mirasçılara payları oranında dava ve talep hakkı verilmiştir. Mutlak butlanla sakat bir işlemin bütünü ile baştan geçersizliği, icazetle geçerli hale gelemeyeceği, bölünemeyeceği "ilkeleri gözetildiğinde, mirasçılardan sadece birinin talebi ile onun miras payı yönünden davanın kabulünün değinilen ilkelerle nedenli bağdaşır olduğu da ortadadır.

Bu bakımdan mevsuf muvazaa hali olan ve 1.4.1974 gün ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirmeye konu teşkil eden "muris muvazaasına" dayalı temliki işlemlerin mutlak butlanla batıl değil iptal edilebilir tasarruflar olarak düşünülmesinin daha doğru olacağı inancındayım. Ancak bu suretle isabetli ve makul sonuçlar elde edilebilecek, eldeki davada olduğu gibi, toplumu ve insanları rahatsız eden meselelerde daha doğru daha adil ve hakkaniyet duygularını tatmin eden çözümler üretebilecektir.

Açıklanan nedenlerle, akte dayalı olarak kurulan mirasçılık ilişkilerinde, miras bırakanın akit öncesi yaptığı temliki tasarruflarda henüz olmayan mirasçısından mal kaçırma irade ve amacını taşıdığını söyleme olanağı yoktur. Hal böyle olunca, bu tür olaylara 1.4.1974 gün ve 1/2 İnançları Birleştirme Kararının uygulanamayacağını düşünerek doğru bulduğum yerel mahkeme kararının onanması gerektiği inancıyla sayın çoğunluk görüşüne katılmıyorum.

Orhan UZGÖREN

1. Hukuk Dairesi Üyesi